Skip to main content
Genel

Kadının İnsan Hakları Derneği olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı açtığımız davanın duruşması iki buçuk sene sonra Danıştay 10. Dairesi’nde görüldü

By Aralık 26, 2023No Comments

Kadının İnsan Hakları Derneği olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı Mayıs 2021’de açtığımız davanın duruşması, iki buçuk sene sonra, 28 Kasım 2023 tarihinde Ankara’da Danıştay 10. Dairesi’nde görüldü. Kadının İnsan Hakları Derneği ile aralarında Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Kadın Dayanışma Vakfı ve Antalya Kadın Danışma Merkezi ve Dayanışma Derneği’nin de olduğu toplam 24 dosya için tam iki buçuk sene sonra duruşma tarihi verilmesinin ardından 28 Kasım 2023 sabah saat 9.00’da Danıştay Başkanlığı’ndaydık. 

Bilindiği üzere Danıştay’daki onlarca başvurunun bir kısmı geçtiğimiz yıl görülmüş ve Danıştay tarihinin en kalabalık duruşmaları olarak tarihe geçen duruşmalarda kadınlar, çekilme kararının hukuksuzluğuna dair haklı beyanlarını Danıştay 10. Daire heyetinin önünde dile getirmişti. Bu duruşmaları KİH olarak takip etmiş, gözlemlerimizi önceki bültenlerde paylaşmıştık. Danıştay 10. Dairesi duruşmasını yaptığı çekilme kararının iptali talebiyle açılan davaları üçe iki oy çokluğuyla reddetmiş, temyiz edilen dosyalarda da Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu yine oy çokluğuyla 10. Daire’nin kararını hukuka uygun bulmuştu. Bunun üzerine bazı dosyalar bireysel başvuru ile Anayasa Mahkemesi’ne taşınmıştı. 

Bu gelişmelerden neredeyse 1 sene sonra aralarında bizim de davamızın bulunduğu son grup dava için duruşma günü verildi. 28 Kasım 2023’te Danıştay’da görülen duruşmada Kadının İnsan Hakları Derneği adına beyanda bulunan Av. Ezel Buse Sönmezocak’ın konuşmasından öne çıkan noktaları paylaşıyoruz: 

Sözlerime ortaokulda aynı sırayı paylaştığım ve çok yakın arkadaşım olan, ne yazık ki 17 yaşında erkek şiddetiyle vahşice öldürülerek aramızdan alınan sevgili kardeşim Münevver Karabulut’u anarak başlamak istiyorum. 

Eşine rastlanmayan, çok kendine özgü bir durumla karşı karşıyayız. Davamızı açtıktan tam iki buçuk sene sonra günü verilen bir duruşmadayız. Üstelik, aynı konulu açılan dosyalarda Sayın Heyetinizin vermiş olduğu kararlar, hatta Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun kararları mevcut olduğu için heyetin hangi üyesinin hangi oyu hangi gerekçeyle kullanacağını bildiğimiz bir kararın duruşmasındayız. Bu anlamda çok kendine özgü, sui generis bir dava gerçekten. Yine de bu duruşmayı bir şans olarak görmek mümkün çünkü aradan geçen iki buçuk senede haklılığımızı ispatlar pek çok gelişme yaşandı. Hem bunları açıklama hem de ne Sayın Heyetinizin yürütmeyi durdurmaya ilişkin ara kararında ne temyizen İDDK’nın vermiş olduğu kararda ne de davalı Cumhurbaşkanlığı vekilinin savunmalarında, bizim şimdiye dek dilekçelerimizde ortaya koyduğumuz hiçbir argümana dair cevap verilmemiş olmasından ötürü okunmadığını düşündüğümüz argümanlarımızı bu kez sesli olarak ifade etme şansı olarak görüyoruz. 

Öncelikle biz, 9 No’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3’üncü maddesinin Anayasa’ya aykırılığını iddia etmemiş olmamıza rağmen, hatta tam tersine, bunun neden Anayasa’ya uygun olduğunu detaylıca anlatmış olmamıza rağmen heyetinizin ara kararında ve temyizen İDDK’nın vermiş olduğu kararda, sanki biz 9 No’lu CBK’nın Anayasa’ya aykırılığını iddia ediyormuşuz gibi tam 21 sayfa boyunca, bunun neden Anayasa’ya uygun olduğu anlatılmış. Halbuki bizim, ilk günden beri, dava dilekçemize bakarsanız göreceksiniz, böyle bir argümanımız ve talebimiz yoktu. Bu nedenle, dava dilekçelerimizi okumadan, amiyane tabirle kopyala-yapıştır bir karar verilmiş, çok üzücü. Sadece Danıştay Sayın Savcısı Aytaç Kurt, dilekçemizde öne sürdüğümüz argümantasyonu aynen benimseyerek vermiş mütaalasını. Kendisine sarih ve isabetli analizleri için teşekkür ediyoruz. 

Biz dilekçelerimizde detaylıca anlattık, bir kez daha üstünde duralım. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye ilişkin Cumhurbaşkanı kararı idari işlemin beş unsuru bakımından incelendiğinde, her açından hukuka aykırı bir karardır. Yetki unsuru bakımından sakatlık, 9 No’lu CBK’nın Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle değildir. Yetki unsurundaki sakatlık, İstanbul Sözleşmesi’nin temel hak ve hürriyetlere ilişkin bir insan hakları sözleşmesi olması nedeniyle çekilmeye ilişkin kararın, Anayasa’nın 90’ıncı maddesi ile 244 sayılı Kanun ve 9 No’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’ne aykırılığı nedeniyledir. 

Hukukumuzda uluslararası sözleşmelere ilişkin rejim Anayasa’nın 90’ıncı maddesinde sarih bir şekilde düzenlenmiş, uluslararası sözleşmelere ilişkin bir kategorilendirme yapılmış, Madde 90’daki bu kategorilendirme, aynı şekilde 244 sayılı “Bazı Andlaşmaların Yapılması için Cumhurbaşkanına Yetki Verilmesi Hakkında Kanun” ve 9 No’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile aynen tekrar edilmiştir. Hukukumuz uluslararası sözleşmelerin onaylanması ve feshine ilişkin yetkiyi yasama ve yürütme organı arasında paylaştırmıştır. Buna göre Madde 90/1 uyarınca genel kural, uluslararası sözleşmelerin onaylanmasına ilişkin yetkinin yasama organında olduğudur. Madde 90/2 ve 90/3’te sayılan ekonomik, ticari ve teknik anlaşmalar ile uygulama anlaşmaları ise genel kuralın istisnası olarak kategorilendirilmiştir, bu istisnai hallerde onaylama yetkisi yürütmededir. Anayasa Madde 90/4 kanunda değişikliğe cevaz veren sözleşmelerde yetkinin yasamada olacağını teyit ederken, 90/5 ise insan hakları sözleşmeleri rejimini düzenlemektedir. Buna göre hukukumuz insan hakları sözleşmelerini bunların kanunlarla çatışması halinde sözleşme hükümleri geçerli olur ve Anayasa’ya aykırılığı dahi iddia edilemez demek suretiyle de uluslararası sözleşmeler hukuku kategorizasyonunda genel kuralın da üstünde bir pozisyona yerleştirmektedir. 

Anayasa Madde 90’da son derece açık şekilde ifade edilen tüm bu kategorilendirme mantığı, 244 sayılı Kanun ve 9 No’lu CBK’da da aynen korunmaktadır. Öyle ki, 244 sayılı Kanun ve 9 No’lu CBK, Anayasa Madde 90’ın bir tekrarından ibarettir. İşte 9 No’lu CBK’nın 3’üncü maddesinde bahsedilen Cumhurbaşkanı’nın uluslararası sözleşmelerden çekilme yetkisi sadece ve sadece Anayasa Madde 90/2 ve 90/3’te sayılan bu istisna sözleşmelere yani ekonomik, ticari teknik sözleşmeler ile uygulama sözleşmelerine ilişkindir. 9 No’lu CBK’nın 3’üncü maddesinde bahsedilen çekilme yetkisinin Anayasa Madde 90’daki kategorizasyona aykırı olarak tüm uluslararası sözleşmeler bakımından verilmiş bir yetki olduğu yönünde bir sav, Anayasa’nın 90’ıncı maddesine açıkça aykırılığı gündeme getirir. Burada çok karmaşık bir problem varmış gibi göstermeye gerek yok, biz bu konunun çok açık basit bir hukuk problemi olduğunu düşünüyoruz. Sayın Savcı da mütaalasında aynı netlik ve sarihlikle ifade ediyor zaten. 

Peki İstanbul Sözleşmesi nasıl bir sözleşmedir? İstanbul Sözleşmesi hiç şüphesiz, temel hak ve hürriyetlere ilişkin bir insan hakları sözleşmesidir. Defaatle, bir kahve ya da patates ticaretine ilişkin sözleşme, bir teknik sözleşme, bir spor müsabakalarına ilişkin sözleşme değildir, ikili ticari sözleşme hiç değildir, uygulama sözleşmesi de değildir. Hayatlarımıza ilişkindir. Sözleşme derken, işte Münevver de keşke bugün yaşasaydı da görseydi, bu kadar gerçektir, somuttur. İstanbul Sözleşmesi kadınların hayatlarına, yaşamlarına, yaşam hakkına ilişkin bir sözleşmedir. İstanbul Sözleşmesi bir insan hakları sözleşmesi olduğuna göre, bir başka deyişle, 9 No’lu CBK’nın 3’üncü maddesindeki çekilme yetkisinin geçerli olduğu teknik, ticari, ekonomik anlaşmalardan ya da uygulama anlaşmalarından olmadığına göre, onaylanması, tatbikinin durdurulması veya sonlandırılması da ancak yasama yani TBMM kararıyla mümkündür. Peki, TBMM tarafından İstanbul Sözleşmesi’ni yürürlükten kaldıran bir kanun çıkarılmış mıdır dava konusu Cumhurbaşkanı kararından önce? Hayır, sözleşmeden çekilmeye ilişkin TBMM’de bir kanun da çıkarılmış değildir. Aynı şekilde, İstanbul Sözleşmesi’nin onay kanunu olan 6251 sayılı Kanun da yürürlüktedir, bu kanun da TBMM tarafından yürürlükten kaldırılmış değildir. Anayasa Madde 6, hiç kimse kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz, der. Tüm bu kategorilendirme ihtiyacının arkasında, kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir gereği olarak yürütmenin yasama yerine geçerek işlem yapmasının önlenmesi ve temel hak ve özgürlüklerin korunması yatmaktadır. Tam da buradan hareketle, dava konusu kararın hukuka uygunluğunun kabul edilmesi demek, Cumhurbaşkanı kararıyla kanun değişikliği yapmanın da hukuka uygun olduğu gibi bir sonuca götürür bizi. Biliyorsunuz 6284 sayılı Kanun’un birinci maddesi kanunun uygulanmasında İstanbul Sözleşmesi esas alınır, diyor. Peki biz bir buçuk senedir 6284’ün birinci maddesini ne şekilde uyguluyoruz? Biz Cumhurbaşkanı kararıyla kanunda değişiklik mi yapmış olduk? Bunun hukuka uygun olabileceğini düşünmek, bir hukuk devletinde mümkün değildir, belki başka devletlerde mümkündür ama bir hukuk devletinde mümkün değildir. Tüm bu nedenlerden dolayı, dava konusu Cumhurbaşkanı kararı yetki unsuru bakımından sakattır, Anayasa Madde 90, 244 sayılı Kanun ve 9 No’lu CBK’ya açıkça aykırıdır, iptali gerekir. 

Çekilmeye ilişkin dava konusu karar şekil, sebep ve amaç unsurları bakımından nedense ne Sayın Heyetiniz ne İDDK tarafından neredeyse hiç incelenmemekte, bunu anlamakta zorlanıyoruz. Davaya konu karar şekil ve sebep unsurları bakımından da hukuka aykırı olup, iptali gerekir, öyle ki, çekilme kararında hiçbir gerekçe gösterilmemiştir, karar gerekçe içermemektedir. Aynı şekilde, kararda hiçbir maddi gerçeklik veya hukuki olgu ile desteklenen bir sebep sunulmamaktadır. Bununla birlikte, kararın hemen akabinde, İletişim Başkanlığı tarafından bir grup yurttaşı, eşcinsel, trans ve interseks yurttaşları düşmanlaştırıcı bir şekilde “İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiştir. Türkiye’nin sözleşmeden çekilme kararı alması da bu nedene dayanmaktadır.” ifadelerine yer verilmiştir. Bu ifade, bizim uluslararası insan hakları hukuku terminolojisinde nefret söylemi diye ifade ettiğimiz olgunun somut bir örneğidir. Sözleşmeden çekilme bir nefret söylemiyle gerekçelendirilmeye çalışılıyor. Ama altını çizmekte yarar var, bu gerekçe Cumhurbaşkanlığı kararında yazmıyor, İletişim Başkanlığı tarafından öne sürülüyor. Konuşmamın başında da ifade ettiğim üzere, çok kendine özgü, sui generis bir süreçle karşı karşıyayız pek çok bakımdan. Sanki Anayasa’mızın 10’uncu maddesinde, eşitlik maddesinde, ayrımcılık yasağına ilişkin yasaklı temeller sınırlı sayı usulüyle sayılmış da cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği burada yer almıyormuş gibi, sanki cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılığı yasaklamak şöyle dursun yurttaşları arasında bu temellerden ayrımcılık yapılmasına cevaz veren bir Anayasa’mız varmış gibi, sanki Anayasa Mahkemesi, önüne gelen özellikle ifade özgürlüğüne ilişkin davalarda, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılık yasağının anayasal koruma altında olduğuna hükmetmemiş gibi, sanki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’ye karşı verdiği de dahil olmak üzere pek çok kararında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılığın sözleşme uyarınca hukuka aykırı olduğu bir ayrımcılık olduğu kararlar yokmuş gibi, bu gerekçenin hukuka uygun bir gerekçe olduğunu kabul etmek mümkün değildir. 

Sayın Heyet aslında belki bugün huzurdaki davalarda gerçekten de farklı bir karar verebilir. Çünkü çekilmeden itibaren geçen sürede Türkiye’de LGBTİ düşmanlığının resmi bir devlet politikası haline geldiği bir iki buçuk seneyi hep birlikte yaşadık. Eşcinsel ve trans yurttaşlar devletin tüm kademelerinde nefret söylemine maruz bırakılmaktadır, can güvenliğinden barınmaya, istihdam eğitim sağlığa erişim hakkına kadar neredeyse insandışılaştırma politikalarının öznesi haline gelmiştir. Devleti devlet yapan kişinin maddi ve manevi varlığını koruyup geliştirmenin yanı sıra toplumu bir arada tutabilmek, bir arada yaşama kültürünü temin ve teyit etmek değil midir Sayın Heyet? Lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks yurttaşlar, bu ülkenin eşit ve onurlu birer yurttaşlarıdır. İki buçuk senedir İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı sonrası ve şimdi Anayasa değişikliği tartışmalarıyla, LGBT yurttaşların insandışılaştırılmasının yansımalarını görüyoruz. Bunun en büyük nedeni İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin gerekçesi olarak gösterilen söylemlerdir. Bu olguları Sayın Heyetin bilgilerine sunmak isteriz, bu nedenle de dava konusu kararın şekil ve sebep unsurlarındaki hukuka aykırılık nedeniyle iptalini talep ederiz. 

Son olarak, yine nedense hem heyetiniz hem İDDK hem de davalı Cumhurbaşkanlığı tarafından zannediyorum üzerinde çok durmaya gerek görülmemiş bir başka husus, çekilme kararının kamu yararına ilişkin olup olmadığı hususu, yani amaç unsurundaki hukuka aykırılıklara ilişkin. Anayasa Madde 13, temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlandırılabileceğini, ve sınırlamanın Anayasa’ya ve Anayasa’nın ruhuna aykırı olamayacağını, demokratik toplum düzenine aykırı olamayacağını ve tüm bunlarla birlikte, ölçülü olması gerektiğini emrediyor. Madde 5, diyor ki sınırlamanın ötesinde, devletin yükümlülüğü nedir? Hakları korumak ve geliştirmektedir, diyor. Böyle bir çerçeve sunan Anayasa varken, biz neden buradayız? Huzurdaki dava neye ilişkin? Biz burada bir hakkın sınırlandırılmasından bahsetmiyoruz. Topyekün bir insan hakları sözleşmesinin ortadan kaldırılmasından bahsediyoruz! Burada ne kanun var ne kanunla getirilen bir sınırlama var ne kamu yararı var ne demokratik toplum düzeninin gereklilikleri var ne ölçülülük var. Hiçbir şey yok! Bir insan hakları sözleşmesinin topyekün ortadan kaldırılmasının dünyada bir eşi benzeri de yok! 

Son olarak, hukuki bir argümantasyon bile olamayacak bir argüman ortaya atılıyor, deniliyor ki iç hukukumuz yeterli. Peki iç hukuk yeterliyse, insan hakları rejimi neden var? İnsan hakları sözleşmeleri tabii ki birer sihirli değnek değildir, imzalarsınız ve bir anda ülkenizdeki tüm uygulamalar hukuka ve insan onuruna uygun hale gelir, tüm ihlalller sona erer diye bir durum yok. Bunlar bir politika, bir motivasyon belgeleridir. İç hukukumuz yeterli olduğu için sözleşmeden çekiliyor demek, insan hakları rejimini toptan reddetmek anlamına geliyor, insan haklarını rejimini mi reddediyoruz? CEDAW’a tarafız biliyorsunuz, 2022’de Türkiye gözden geçirilmesi sürecinde Sayın Aile Bakanı Derya Yanık Türkiye Delegasyonu başı olarak Cenevre’de Komite’nin huzurundaydı, biz de oradaydık. CEDAW Komitesi soruyor, neden İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiniz, diyor. Sayın Bakan yanıt veremiyor. CEDAW 2022 Türkiye raporunda, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını derhal gözden geçir ve bu kararı geri al, dedi. 2023 Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Özel Raportörü Türkiye raporunda, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını geri al, senin iç hukukunda bunlar bunlar yok, dedi. Sayfalarca rapor yayınladı. Hala Bakanlar Kurulu önünde açık, Opuz Grup Davaları, Türkiye bu kararları uygulayıp uygulamadığının raporlamasını yapıyor Bakanlar Kurulu’nda. Avrupa Komisyonu raporlarına bakalım. 2022 Avrupa Komisyonu Türkiye raporunda sözleşmeden çekilmenin ardından toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddete ilişkin içler acısı durumu ortaya koyuyor. Bugün İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Birliği tarafından onaylanan ve Ekim 2023 itibariyle Avrupa Birliği’nde yürürlüğe giren bir sözleşme haline gelmiştir. Bu şu anlama gelmektedir, sözleşmeye taraf olup olmadığına bakılmaksızın tüm üye ülkeler sözleşmenin yükümlülüklerinden sorumludur çünkü artık AB müktesebatının bir parçası haline gelmiştir İstanbul Sözleşmesi. İşte biz böyle bir sözleşmeden çıktık, milyonlarca kadın ve ev içi şiddet mağduruna koruma sağlayacağı düşünülerek geliştirilen ve uygulanan bir sözleşmeden çıkarak bu ülkenin yurttaşı olan milyonlarca kadın ve ev içi şiddet mağdurunu şiddetten korunmasız bırakmanın kamu yararıyla açıklanan bir yanı olabilir mi? 

İstanbul Sözleşmesi imzalandıktan sonra pek çok fazla mekanizma kuruldu, ŞÖNİM’ler kuruldu, ALO 183 kuruldu, pek çok idari değişiklik yapıldı, işledi işlemedi eksik işledi, bunu sivil toplum olarak feministler olarak her zaman dile getirdik, iyi işlemesi için idareyle iş birliği de yaptık. Peki Sayın Heyet, 2012’den beri senelerce var olan kamu yararı ne oldu da çekilme kararının yayınlandığı gece, 20 Mart 2020 gecesi bir anda birden bire ortadan kalktı? Ne oldu da ortadan kalktı? Çekilme kararının hiçbir şekilde kamu yararına olduğu şöyle dursun, kamu yararına doğrudan bir saldırı ve zarar olduğu açıktır. 

Sözlerime son verirken şunu da vurgulamak isterim. Yaptığımız tüm kamuoyu araştırmalarıyla sabittir ki, kamuoyu yüzde yetmişlere varan oranda, “Ben bu sözleşmeyi biliyorum, sözleşmenin neye ilişkin olduğunu biliyorum, çekilme çok yanlıştı, desteklemiyorum.” diyor. Evet belki çekilmeye ilişkin belki heyetinizin kararı değişmeyecek ama biz aslında kazandık. Çünkü çekilmeyle kadınlarda ve toplumda özellikle genç kadınlarda hak bilinci yaygınlaştı. Bu dünyada eşi benzeri olmayan bu çekilme, Venedik Komisyonu’nu bile alarma geçirecek kadar kaygı verici olan bu çekilme, halkta toplumsal cinsiyet eşitliğine ve kadın haklarına yönelik sahipliliği güçlendirdi. Bu nedenle, tam tersi bir etki yarattı, sözleşmeden kağıt üzerinde belki tarafı değiliz ve heyetin de kararı bunu değiştirmeyecek ama emin olun ki özellikle genç kadınlar, kadınlar ve toplum İstanbul Sözleşmesi’ne çekilme öncesine oranla çok daha fazla sahip çıkmıştır, haklarına ve şiddetten uzak onurlu bir hayat sürme hakkına sahip çıkmıştır. Dolayısıyla, aslında biz kazandık.